Çocuklar, bu bahçe cennetten bir köşedir,” derdi ninem.
“Cennet nedir nine?”
“İyi insanlar ölünce gittiği yer, canım,”
“Ama biz ölmedik ki daha.”
‘İyi ya işte,” derdi Aliye, “burası cennet ise, hiç ölmeyeceğiz demek ki. Biz, yerimize gelmişiz bile!”
Biliyor
musunuz, Aliye hiç ölmedi zaten. O, cenneti ve cehennemi bir arada bu
dünyada yaşadı ve gravürleriyle, çılgın renkli abartılı giysileriyle,
kocaman mavi gözleri, büyük aşkı, sınır tanımaz heyecanıyla, içinden
fışkıran sevgi seliyle onu her tanımış olan kişinin yüreğinde,
belleğinin bir köşesinde yaşamaya devam ediyor.
Cennet, bir cami ile bir kilise arasında kalan araziye inşa edilmiş, üç katlı ahşap bir Osmanlı konağı idi. Bize uçsuz bucaksız gelen bahçesinde fuller, hatmiler, yaseminler, japon gülleri, ortancalar, begonviller ve mimozalar açardı.
Giritli ninemin, memleketinden özel olarak getirttiği kekik, defne, fesleğen yapraklarının kokusu ögleden sonra çıkan esintiyle, akşamsefalarının, akasyaların rayihalarına karışır, bahçe değisik esansların ağzı açık kavanozlarda yan yana dizildiği bir parfümeri dükkânı gibi kokardı. Evin kapısının önünü tutan yola çıktığınızda ise karşınızda kiliseyi bulurdunuz. İçinde yaşayanlar da bu iki ibadethanenin temsil ettiği kültürlerin arasında kalmış, elleri, kolları ve özlemleri kilisenin sembolü batıda, yere basan ayakları ve yürekleri ise tam bulundukları yerde, yani caminin ait olduğu toplumda, kafaları az biraz karışık insanlardı…
....
Anlattıklarımı
hakkıyla kavrayabilmeniz için taa en baştan başlamam gerek. Benim için
her şeyin baslangıç noktası, demin size sözünü ettiğim, Ada’daki kösktür
işte. Sadece benim için de değil, o köşkte doğan diğer çocuklar, yani
Fahrünissa ve Aliye için de köşkün nesnellikten öte bir boyutu vardır.
Biz, Şakir Paşa Köşkü’nün çocukları sanki bir ana-babanın değil de bu
ahşap Osmanlı konağının tohumlarıydık. Kösk, bizi dokuz ay yerine
yıllarca rahminde taşımış gibi, genlerimize sinmiş, iliklerimize işlemiş
ve bize özsuyumuzu vermiştir. Sonraki yaşamlarımızda edindiğimiz her
birikim ve tecrübe, her acı ve sevinç, her kazanım ve kayıp, o konağın
ruhumuzu yapılayan harcının üstüne eklenmiştir. Oysa Yıldız’daki konakta
doğan annem, Ayşe teyzem, Cevat dayım ile Nişantaşı konağında doğan
Suat dayim Kösk’ün değil, yalnızca Sare İsmet Hanım’la Şakir Paşa’nın
evlatlarıydılar. Onlar, köskte yaşamakla kalmışlardı. Her hallerinden
belliydi, bizim gibi köşkün çocukları değil de, sakinleri oldukları.
Yine de, o beyaz boyalı ahşap evde, doğan, büyüyen ya da sadece oturan
her birimiz için yaşam, Ada’da zaman ve Ada sonrası diye, miladi önem
taşıyan dönemlere ayrılacaktı.
....
Beni
Ada’daki köşkte en etkileyen eşya, bir duvarı boydan boya kaplayan, üç
metre yüksekliğindeki, Yıldız’dan getirilmiş yaldizlı aynaydı.
Karşısında durur, kendimi kocaman aynanın içinde küçücük görürdüm.
Arkamda geniş hol ve bu hole karşılıklı açılan sarı ve pembe salonların
girişleri görünürdü. Bu salonlar biz çocukların dokunması yasak olan
Servres ve Saks antika vazolarla ve biblolarla doluydu. Ortadaki ampir
mobilyalarla döşeli büyük salonun sonuna, kızlari piyano çalarken
notaları görebilsinler diye Şakir Paşa tavanda bir pencere açtırmıştı.
Oradan yayılan ışık, etajerlerden fışkıran bitkilerin üstüne düşerdi.
Cevat dayımın kızı Mutarra ve Suat dayımın üvey kızı Geraldine’le, döne
döne yukarı çıkan merdivenin trabzanlarına oturarak aşağı kayar, üst
üste yığılırdık. Kazık kadar olmasına rağmen, Aliye de bize katıldığı
için, sürekli azar işitirdi. Üst katta da aşağı katın düzeninde bir hol
ve karşılıklı iki salon vardı. Salonlardan birini oturma odası olarak
kullanırdık. Büyük rahat koltukların bulunduğu bu odada, akşamüstü
çayları içilirdi. Bahçeye bakan diğer oda ise, büyükbabam Şakir Paşa’nın
çalışma odasıydı. Tavana kadar kütüphaneleri ve üstü her an
karmakarışık, evrak ve kitapla dolu yazı masasıyla bize çok gizemli
gelen bu odaya girmemiz yasaktı. Aliye’den ögrendiğimiz gibi, anahtar
deliğinden içerisini gözlerdik ara sıra……
.....
(Şakir Paşa, Saray’a küsen devlet adamlarının ve paşaların gönüllü sürgün yeri niteliğindeki Büyükada’da, cami ile kilise arasındaki köskü satın almıştı. Beş ciltlik Osmanlı Tarihi’ni, bu köşkte yazmaya başlamıştı…
…
Ada’da zamanMis kokulu üzüm salkımlarıydı yaz ayları
Buzlu nar şerbetiydi kristal sürahilerde…
* * *
A.Kulin/Füreya/2000
2 yorum :
Ayşe Kulin'i okumamıştım ama bu yazıyı da sanki sizin hayatınızmış gibi hayranlıkla okurken büyü bozuluverdi :) paylaşım güzeldi teşekkürler
Teşekkürler Ayamaya;
ben de Beyoğlu'nun en güzel abisi kitabını sizden öğrenmiştim))
Neşeli aydınlık günler diliyorum ))
Yorum Gönder